5 Şubat 2020 Çarşamba

Armut Dibine Düşer.

Çok sevdiğim bir arkadaşımın annesi vefat etti dün.
Uzakta oturuyordu, tanışma fırsatım olmadı.
Dün, ardından yapılan haberleri, sosyal medyada yapılan paylaşımları, hakkında yazılanları görünce, arkadaşımın güzel yüreğinin annesinden miras kaldığını düşünmeden edemedim. Çünkü, arkadaşım, öyle doğal, öyle sıradan bir şey yapıyormuş gibi iyilik yapar ki, yıllar geçse de unutamaz, gülümseyerek hatırlarsın. Sen dünyayı ayağa kaldıracak kadar sinirlenmişken, "dur bakalım sen bi sakinleş şimdi" diye başlayan cümlelerle hayatını kurtarır, sen çok sonra fark edersin o gün sakinleşmenin ne kadar iyi geldiğini. Dünya kadar işinin arasında, ben inatla üşümem derken, doğum sonrası hastanede giymem için bi koşu uğrayıp bıraktığı battaniye tadındaki polar sabahlık hala dolabımda durur.
Dün annesi için yazılanları okurken, film şeridi gibi gözümün geçti onunla yaşadıklarımız. Hiç bir şeyin tesadüf olmadığını bir kez daha anladım. Armut dibine düşüyordu işte, iyi insanların çocukları iyi oluyordu, adaletli insanların çocukları adaletli...
Demem o ki, "siz kitap okuyun ki çocuklarınız görsün onlar da okusun"dan ibaret değil aslında çocuklara örnek olun öğütleri. Siz iyi olun, adaletli olun, sevgi dolu olun, saygılı olun, haklıya haklı, haksıza haksız deyin, yanlış yaptığınızda özür dileyin, başarıyı tebrik edin, hayvanları sevin, yardıma ihtiyacı olanların yanından geçip gitmeyinden de ibaret.
Söylemesi kolay, olması zor geliyordur belki bu yazdıklarımın, ama sizden çok kendime bu öğütler aslında. Hata insana dair çünkü. Olur da şaşarsam, iki çift güzel gözün beni izleyip, örnek aldığını unutmayayım diye bu yazı.
Dibimize düşen armutların içleri de dışları kadar güzel olsun diye.

12 Haziran 2019 Çarşamba

Sizin karneniz nasıl?


Yine bir karne zamanı geldi.
Karne; okul yönetimince öğrencilere dönem sonlarında verilen ve öğrencinin her dersten aldığı notlarla okula devam durumunu vb. gösteren belge demek.
Yani bir çocuğun matematik, türkçe, tarih, kimya, fizik ve çeşitli sanat ve spor faaliyetleriyle arası nasıl, 100 üzerinden değerlendirip, söylüyorlar bize. Keşke; bu çocuk bu coğrafyada tek başına yaşamadığının farkında mı, dünyanın onun etrafında dönmediğini biliyor mu, sevginin, merhametin ve iyi bir kalbin paha biçilmez olduğunu anlamış mıdır, onu da söylese. Söylese de, o notlara bakıp, biz anne babalar kendi karnelerimizle yüzleşsek.

Mesela çocuklarımız;
Sevginin insan olmanın ilk şartı olduğunu biliyor mu?
Kendince, sevmek zorunda olmadığını düşündüğü tüm canlı türlerine, zarar vermeye hakkı olmadığının farkında mı?
Yarışı kazanmak üzereyken, düşen arkadaşına el uzatmayı tercih eden Tavşan Tali’nin bu davranışının yarışı kazanmaktan daha önemli olduğunu anlamış mı?
Hatalıysa özür diliyor mu?
Yalan söylüyor mu?
Daha kötüsü, yanlışı, kötüyü saklıyor mu?
Haksızlığa uğradıysa mücadele ediyor mu?
Haksızlığa uğrayan arkadaşının yanında duruyor mu?
Sahip olduklarının veya olmadıklarının farkında mı?
Kıyaslamak yerine paylaşıyor mu?

Büyük büyük sorular değil mi?
Bu sorulara 1.sınıftaki çocuk da kendi örnekleriyle cevap verebilir, 18 yaşındaki çocuk da. Çoğu da iyi örnekleri seçer. Çünkü adı üstünde çocuk onlar.
Ama zaten konu onların cevapları değil, biz anne-babaların cevapları.
Bu karne bizim çünkü.
Ben kendi cevaplarımı verdim.
Takdir alamadım.
Bazı sorularda kanaat notu bile lazım, ama kalıp yaz okuluna gitmeyi tercih ediyorum.
Çünkü, çocuğunu koşulsuz sevmek ayrıdır, ağaç yaşken eğilir misali, hatalarını düzelterek onu daha iyi ve güzel bir insan olarak yetiştirmeye çalışmak ayrı.
Matematik, fizik, kimya, onların işi, sevgi, saygı, hoşgörü, farkındalık bizim.
O yüzden önce sevgili kendim, sonra sevgili eşim, sonra nacizane bu yazıyı okuyan anne babalar; demem o ki, son dönemin şişirme karnelerine özenmeyip, kendi karnemizi Mahmut Hoca misali acımasızca hazırlarsak, gelecek nesilleri, şımarık, bencil ve sevgisiz yaşamayı tercih eden bir nesil olmaktan uzak tutabiliriz.

Yani bence.
Yani zannımca.
Yani umarım.

Güzel bir yaz tatili dilerim.

Not: Tüm bu yazdıklarımdan dersleri önemsemediğim anlaşılmasın. Tam tersi dersleri oldukça önemsiyorum ama karneleri önemsemiyorum. Onların ne öğrendiği ve öğrenemediği beni ilgilendiriyor daha çok.

7 Şubat 2019 Perşembe

Kimse kendini oksijen sanmasın.


Kendimi bildim bileli, ne istediğimi bilen biri oldum ben.
İlkokulda sabahçı olmak istedim, lisede üniversiteyi kazanmak, üniversitede iletişimci olmak, mezun olunca yurtdışında dil eğitimi almak, dönüp eğlenceli organizasyonlar yapmak, bol bol yazı yazmak, evlenmek, çok çok çocuk doğurmak, emekli olunca kitap yazmak vs.. vs..
Bu liste böyle uzaaar gider.

Ne istediğimi bilmiş, ne istiyorsam yapmışım.
Yapmışım yapmasına da, çok önemli bir şeyi atlamışım.

Durmayı...
Nefes almayı...
Kendime bakmayı...

Bedenimin de ruhumun da dinlenmeye ihtiyacı olduğunu hiç anlamamışım.
Çünkü bu uzun ve “çok bilmişlik ukalalığında planlanmış” yolculukta, kim bana eşlik ediyorsa, onlar için kendimi oksijen sanmışım.
Ailem bensiz olmaz, arkadaşlarım bensiz olmaz, kocam bensiz olmaz, çocuklarım bensiz olmaz diye yaşamışım hep.
Bildiğin, bensiz yapamazlar, beceremezler, yaşayamazlar mealindeki “kendini bir b.. sanma sendromu” bu aslında.

44 yaşındayım bugün.
Keşke “biraz dursaydın be kızım” dediğim bir yaş bu.
Güneş doğmadan başlayan günlerim, şehrin ışıklarının söndüğü saatlere dek aralıksız bir koşuşturma içinde sürüyor yıllardır.
İş kadını, ev kadını, anne, eş ve evlat olmak gibi bir sürü kimliği bir arada barındırmaya çalışarak sürüyor üstelik.

Ama aslında sürmüyor.
Günler hızla akıp giderken, sen sürdüğünü sanıyorsun.
Her şeye yetişeyim derken, hiç bir şeye yetişemiyorsun.
En kötüsü de kendine geç kalıyorsun.

O yüzden sevgili 44 yaşındaki kendim;

İlk iş; şu internetteki meşhur “herkes herkessiz yaşar, kimse kendini oksijen sanmasın” cümlesini al, odanın duvarına as güzelce.
Sonra da kendine, “yalnız” zamanlar ayır.
Okuyamadığın kitaplarını indir raftan, diz yanıbaşına.
Kahvenin mis kokusuyla aç birer birer kapaklarını.
Yüreğine değen cümleleri çiz eskiden olduğu gibi renkli kalemlerle...
Sonra da yaz not defterine üşenmeden...
Çık sokağa sonra...
Tıpkı eski günlerdeki gibi.
Arabayı alma.
Tak kulaklığını yürü eve en yakın sinemaya.
Eskiden olduğu gibi al bir alaska frigo otur tek başına...
Kocaman bir gülümsemeyle hatırla Kübra’yı,
Sonra filmini izle keyifle...

Düşünme evde yemek yokmuş, çocukların dersleri varmış, ev dağınıkmış, kimler aranacakmış...
Bırak evde yemek olmasın, bırak o gün çocuklar derslerini kendi yapsın, bırak her şey biraz yarım kalsın.
Bırak çocukların, kendine zaman ayırmanın, bencillik değil hak olduğunu, seninle yaşayarak anlasın.
Bırak ki...
Büyüdüklerinde onlar da kendini oksijen sanmasın.

Kendime Mektuplar-07/02/2019


1 Ekim 2018 Pazartesi

Bazen

Bazen olmaz...

Doluya koyarsın almaz, boşa koyarsın dolmaz.
Susarsın olmaz, konuşursun olmaz.
Kalırsın olmaz, gidersin olmaz.
Bazen, sen ne yaparsan yap olmaz.

Geri çekilirsin işte o zaman.
Bakarsın uzun uzun..
Yarınına, bugününe, dününe... 
Klasik ben kimim, neredeyim, kim benimle diye...

Anlarsın sonunda.
Olan da olmayan da,
Var da yok da sensin aslında.
Sen varsan var, yoksan yok.
Sen yürürsen yürüyor, sen verirsen alıyor.
Sen durduğunda ise, yanından hızla geçip gidiyor...

Yani diyorum ki canım kendim,
Sen hep içinde kal çemberin.
Hep güzel tut yüreğini...
Dileyen içeri gelsin,
Dileyen dışarıdan izlesin.

17 Ağustos 2018 Cuma

17 Ağustos

Zamanın ne kadar çabuk geçtiğini konuşuyoruz sık sık kendi aramızda. Yıllar geçiyor, mevsimler değişiyor, çocuklar büyüyor, büyükler yaşlanıyor, işler bitmiyor, daha yapacak çok şey var deyip telaşlanıyor, ama iyi ama kötü bir sürü anı biriktiriyoruz...
Sonra günlerden 17 Ağustos geliyor...
O kaçıp kovalarcasına geçen zaman, her 17 Ağustos sabahı, gözünü açtığın yastıkta bir an için duruveriyor.
Yıllar bile bu kadar hızla geçerken, 45 saniyenin nasıl da hiç geçmediğini, nasıl da bitmek bilmediğini, nasıl da hayatımızın bu "kadarcık" süre içinde değiştiğini, müthiş bir hüzünle hatırlatıyor.
Sevdiklerinizle geçireceğiniz zaman çok kıymetli diyor. Hem de çok... Fırsatın varken değerlendir...
Önümüzde çok uzun bir bayram tatili var. Bayram yapın yapmayın, bayram kutlayın kutlamayın, ister tatil yapın, ister evde kalın, ama lütfen hep sevdiklerinizle kalın. Saniyeler sonra ne olacağını bilmediğimiz şu, hem kısa hem uzun hayatta, bayramı bahane edip güzel anılar yaratın.
Yenilerini giymiş çocuklarınız, el öptüğünüz yaşlılarınız, özenle hazırlanmış sofralarınız, sokak çocukları için çikolatalarınız, sesinizle mutlu olanlarınız, ileride bakınca mutlu olacağınız bir sürü güzel fotoğrafınız olsun.
Zaman hızla akıp geçiyor.
Çok nadiren de, çok uzun geliyor insana .
Fırsatınız varken sarılın sevdiklerinize.
Malum yarına kim öle kim kala...

27 Mart 2017 Pazartesi

Oynamiycam işte oy-na-miy-cam!


Hiç sevmiyorum şu “bizim zamanımızda” diye başlayan çocuklara nasihat cümlelerini.
Sıkıcı buluyorum ve çok da gereksiz görüyorum. Kime ne ayol senin zamanından. Herkesin zamanı kendine.
Amaaaaa….
Annee oynayalım mı diye başlayan bir cümle daha duyarsam, sabah trafiğinde köprüye çıkıp BİZİM ZAMANIMIZDAAAAA diye avazım çıktığı kadar bağırabilirim.
BİZİM ZAMANIMIZDA, anneleri ev işi yaparken ya da komşularla kek-börek yerken kendi kendine oynayan çocuklara ne yaptınız, diye çığlık atabilirim.

Hayır çocuğum, oynamayalım!
Oy-na-ma-ya-lım!
Çünkü ben 42 yaşındayım. Oyun oynamak istemiyorum.
Madem zamanım boş, niye oyun oynuyorum ben yahu?
Kendime bi kahve yapıp, oturur, iki satır kitap okurum.
Müzik dinler ya da sevdiğim bir filmi izlerim.
Manikür yaptırır, dedikodu yapar, fal baktırırım.
Ay hiç yapacak bir şey bulamazsam, iki seksen yatarım.

Yani senin anlayacağın çocuğum;
Gezmeye, tozmaya, yeni yerler ya da yeni şeyler keşfetmeye tamam da…
Ben futbol, basketbol, silahçılık oynamak ya da boks falan yapmak istemiyorum.
Hele hele güreşme konusu, evlerden ırak.
Ata sporu konusunu çok yanlış anlamışsın sen tatlım,
Olsa olsa babanın atasıdır o.

Ne olduysa, şu “kaliteli zaman geçirme” cümlesinden sonra oldu biliyorum.
Çocukların genetik kodlarıyla oynadılar. Bizim de devreleri yaktılar.
Ortaya öyle bir nesil çıktı ki, “biz bildiğin gerizekalıymışız” dedirtiyor insana.
Her yeni şeyi ilk bir dakika içinde keşfedip, sonra sıkılıveriyorlar.
Sonra da bize sarıyorlar.

TV izletmeyin, yaratıcı oyunlar oynatın, hadi çizin, hadi boyayın, şu bit kadar lego parçalarını hadi birleştirin diye diye ömrümüzü tükettiler.
(Robot diye başlayıp, mandal tadında bitirdiğim eserlerimi anlatmayayım bile hiç.)
Çocukluktan yaşlılığa geçiş yapamadığımız bir ara zamana sıkıştırıp, bıraktılar bizi iyi mi?

Hayır bi de beklentinin yüksekliğine bak.
Boş zamanlarınızda ne yaparsınız sorusuna 10 çocuktan 10’unun da aynı cevabı verdiği bir nesiliz biz.
Sıradanız sıradan.
Evet çalışkandık, evet mahalle mektebinde okuyup iyi üniversiteler kazandık, çoğumuz okurken çalışacak sorumluluktaydık ama sıradandık işte.
Tek lüksümüz sokakta kafa-göz oynadığımız oyunlar, ha bi de karşılıksız üst mahalleyle değiştiğimiz güzel kitaplardı.
Güzel dediysem, Zagor, Kızılmaske falan…
Büyüdükçe öğrendik güzel kitap neydi.
Ama Çiko’yu da hiç unutmadık tabii.
Sıradan ve sakince, kendimize yete yete yaşadık.

Yaşadık da bitti çocuğum bitti.
Unumu eledim eleğimi astım ben.
Çocuk oldum, ergen oldum, yetişkin oldum ve hatta yaşlanıyorum.
Haliyle de…
Oyun oynamak istemiyorum.

Bilmem anlatabildim mi?

30 Ocak 2017 Pazartesi

Kendime şiir…

Aferin sana.
Ne güzel şeyler biriktirmişsin sen.
Ömr-ü hayatında…

Güzel insanlar,
Mutluluk kokan fotoğraflar,
İyi ki dediğin anılar,
Şiir tadında sözler,
Sana bakınca gülen gözler…

Boşa yaşamamışsın yani.
Güzel yaşamışsın belli.

Teşekkür et seni hayatına alanlara…
Teşekkür et bu güzel fotoğrafa dahil olanlara…

Kendine de bi aferin de.
Aferin bana…
Ne güzel şeyler biriktirmişim ben.
Ömr-ü hayatımda…


Özlem/31/01/2017