16 Kasım 2011 Çarşamba

İlan-ı Aşk…

Özel günleri severim. Ben yılda bir kez mi sevgilimi hatırlayacağım, bize her gün Sevgililer Günü, yılda bir kez mi annemi hatırlayacağım, benim için her gün Anneler Günü, böyle günler sadece ve sadece, insanları tüketime yönlendirme taktikleridir diye söylenenlerden hiç değilim. Özel günleri severim. Sevgililer Günü’nü de severim. Ama adı gibi “özel” olursa severim. Vıcık vıcık olmazsa, kırmızı kalpten yastıklarla boğulmazsa, pahalı parfüm kokularıyla oksijensiz bırakılmazsa severim. Her yer kırmızı olmazsa, içine yeşiller, morlar, sarılar katılırsa severim. Tanesi bilmem kaç liraya gül değil, kır çiçekleri severim. Eskilerden kalma üzerinde çiçekler böcekler olan bir kartpostal isterim. Sevgilim benim için küçük bir kağıda sevgi dolu bir not yazsın isterim. Aşk mektubu isterim. Benim için yemek pişirsin, yemek pişireyim isterim. Benim sevdiğim şarkıları bir CD’ye kaydedip bütün gece dinletsin isterim. Fotoğraflarımızdan albüm yapsın, hepsinin üzerine ikimize ait notlar yazsın isterim. Ya da fotoğraflarımızdan “Selvi Boylum Al Yazmalım” tadında siyah beyaz bir bir aşk filmi afişi isterim. Sevgililer Günü’nü severim. Kutlansın isterim. Kutlamak isterim. Sevgililerin kavuşmasının engellendiği bir ülkede, sevgilileri kavuşturmak için ölmeyi göze alan bir din adamının inandığı aşk kutlansın isterim. Yaşamın koşuşturmasında ilan-ı aşk etmeye bulamadığımız vakti, aşka ayrılmış bu tek günde doya doya yaşayalım isterim. Ama… Zaman harcayarak. Emek harcayarak. Vıcık vıcık olmadan, kırmızı kalpten yastıklarla boğmadan, pahalı parfüm kokularıyla oksijensiz bırakmadan…

Var mı aşktan öte?

Takıldı dilime düşmüyor.
Her yere herkese soruyor Demir Demirkan.
Var mı aşktan öte?
Yok diyesim var.
Aşk gibisi yok…
Sonra…
Sonuna bir de geçmiş zaman ekleyesim var.
Aşk gibisi yok… tu.

Gece telefonu yastığının altına koyup, sesini kısarak mesaj beklemekti aşk.
Yorganın altında fısır fısır saatlerce konuşmaktı. Üstelik toplasan konuştuklarını üç anlamlı cümle etmezken.
Akşam görürüm diye sabah saatlerce aynanın karşısında hazırlanmaktı.
Parfümünü hep hatırlasın diye yeni parfüm almamaktı.
Öğle kaçamakları, akşam buluşmalarıydı.
Beyoğlu’ydu.
Sinemaydı, tiyatroydu, konserdi.
Sahilde pazar kahvaltısıydı.
Kalabalıkta, koca yerde, dip dibe oturmaktı.
Olur, olmaz dokunmaktı.
Sinema öpüşmeleri, el ele vites atmaktı.
Sevişmek için can atmaktı.
Sevgililer günüydü.
Doğum günüydü.
İlk çıktığın gündü.
İlk çıkmadığın gündü.
Üç saatlik aksiyon filmindeki aşka dair bir cümleydi.
Ya da film müziğiydi.
Üç dakikalık romantizmi kızlara üç saat anlatmaktı.
Aşka dair notlar almaktı.
Kavga etmenin heyecanıydı.
Barış anının heyecanıydı.
Kaçamak yapmaktı.


Aşk gibisi yok… tu.
Tıpkı şarkıdaki gibi, yağmura, buluta, rüzgâra, aya…
Kime sorarsanız sorun, yoktu aşktan öte...
Evlenelim dedik.
Şarkının başındaki yere geldik.

Düşelim cennetten yeryüzü oyununa…


Özlem Canik Karakiraz, 15 Nisan 2010.

İş ve Aşk Üzerine…

Gabriel Garcia Marquez “en azından şimdilik” yazmayı bıraktığını açıklamış. Bilir misiniz bilmem Kırmızı Pazartesi’yi, Yüzyıllık Yalnızlık’ı, Bir Kaçırılma Öyküsü’nü ya da Hüzünlü Orospularım’ı… Ya da büyükannesinin anlattığı hayalet öykülerinden başlayıp, Nobel Edebiyat Ödülü’ne uzanan bir yazarın hayat öyküsünü… Bilmeseniz de fark etmez aslında. Çünkü Marquez’in kitapları ya da başarıları üzerine değil söyleyeceklerim. “En azından şimdilik” yazmayı bırakması üzerine. Daha doğrusu yaptığı “iş”e duyduğu aşk üzerine. “2005 yılı, hayatımda tek satır bile yazmadığım ilk yıl oldu. Bilgisayar karşısına oturmadım. Her gün sabahın 9’undan öğleden sonra 3’e kadar yazardım ve bunun kollarımı sıcak tuttuğunu söylerdim. Ama aslında sabahları yapacak bir şeyim olmadığı için böyle yapıyordum” diyor muzipçe ve ekliyor “Eğer yarın bir roman ilhamı gelirse, sahip olduğum pratikle, sorun çıkmadan yeni bir roman daha yazabilirim. Ama insanlar içinizden geleni romana koymazsanız, bunu fark eder.” “Sihirli Gerçekçiliğin” babası olarak nitelendirilen Marquez, yazı yazmak kollarımı sıcak tutardı diyor yaptığı işi anlatırken. Çok düşündüm bu sözleri okuduktan sonra, ben işimi yaparken ne hissediyorum diye. Ya da çalışan milyonlarca insanın yaptığı iş için böyle sıcak tanımlamaları var mı diye? Yıllar önce staj için gittiğim reklam ajansında bir yöneticiyle yaptığım görüşme geldi aklıma. Bana neden meslek olarak reklamcılığı tercih ettiğimi sormuştu. Uzun ama ne dediği pek de anlaşılmayan cümlelerle anlatmıştım derdimi. Sabırla dinlemiş, sonra da benim bir türlü kısaltamadığım cümleleri bir çırpıda toparlayıp babacan bir tavırla: “Ya sevdiğin işi yap ya da seçtiğin meslek yapmayı sevdiğin bir konuyu içersin. Yoksa ruhun yaşlanır kızım” dedi. Mezun olana kadar bu sorunun cevabını çok düşündüm. Sonra reklam yazarlığını seçmeye karar verdim ve bir gün bile pişman olmadım. Yıllar geçtikçe, hayata bakış açınızla birlikte, yapmayı sevdiğiniz şeyler de şekil değiştiriyor haliyle. Ben bugün reklam yazarlığı yapmıyorum ama yine de çok keyif alarak yaptığım bir işim var. Şanslı azınlıktayım sizin anlayacağınız. Bir gün, işimi aşkla yapmaktan vazgeçersem, Marquez gibi, “şimdilik bıraktım” diyebilecek cesareti kendimde bulabilir miyim bilmiyorum. Ama aşkla yaptığım bir işle uğraşmazsam ya da içimden geleni yaptığım işe koyamazsam, ruhumun yaşlanacağını biliyorum artık. Özlem Canik Karakiraz, Nisan 2009

İlk hayal kırıklığı...

Benim için ilk döktüğü gözyaşı, beni havaalanına karşılamaya geldiği gündü. Tam 6 aydır birbirimizi hiç görmemiştik. İlk kez, arabaya bindiğimizde gözgöze geldik. Kocaman gözlere ve hayatımda gördüğüm en güzel kirpiklere sahipti. Yol boyunca hiç konuşmadan dik dik baktı yüzüme. Onu hiç tanımıyordum aslında. Hakkında bildiğim bir-iki şey de; İngiltere’deyken bana gönderdiği fotoğraflardan ve fotoğrafların arkasına düşülen kısacık notlardan hatırımda kalanlar. Havaalanında karşılaşmamızın üzerinden tam 5 yıl geçti. Onun doğumuyla kazandığım “hala” sıfatını taşımaya başlayalı tam 5 yıl. İlk karşılaştığımızda konuşamıyordu ama hayatımın en zor günlerini geçirdiğim İngiltere dönüşünde, bana kocaman açarak baktığı gözleriyle mucizelere inanmam gerektiğini anlatmıştı uzun uzun. Sonra da hayatı onun gözünden, her an şaşırarak görmeyi öğretmişti. Konuşmaya başladığı ilk günden beri tüm aile üyelerine klasiklerin dışında hitap eden, 3 yaşındayken insanların uçabileceğine inanan, 4 yaşındayken pılısını pırtısını toplayıp bir bavula koyarak artık ayrı bir evde yaşama kararını bize açıklayan, Yaşam planını okul, askerlik ve evlilik olarak şimdiden belirlediğini söyleyerek hepimize karşı dimdik duran, Israrla bir erkeğin aynı anda iki kadına aşık olabileceğini savunan ve neden birini tercih etmesi gerektiğini bir türlü anlamayan, Beğenmediği bir sinema filminin ortasında ayağa kalkıp, “çok sıkıcıymış bu film gidelim” diyerek sinemayı apar topar terk eden… Tek kelime bilmediği halde İngilizce ve Fransızca çizgi ve aşk filmlerini baştan sona sıkılmadan izleyen… Ama aynı zamanda en sevdiği oyun; sık sık balkonumuza araçlarını parkeden uzaylıların neye benzediklerine dair hikayeler uydurduğumuz “uzay ailesi” olan bir çocuk. Henüz 5 yaşında. Dümdüz... Sade… Seviyorsa sarılan, kızıyorsa bağıran, üzülüyorsa ağlayan, ne söyleyecekse dümdüz söyleyen, hiçbir şeyi, hiçbir zaman, kimse için yapmayan bir çocuk. Ve benim hayatımda en değer verdiğim şey. Benim için ilk döktüğü gözyaşının üzerinden tam 5 yıl geçti. Dün gece, 5 yıl sonra ilk kez, yine benim için ıslanmıştı o kocaman gözleri. Karanlık bir odada, yere çökmüş, sessizce boncuk boncuk yaşlar dökerek ağlıyordu. Onu dinlememiş, aylardır bana karşı çıkmasına rağmen, evlenmeye karar vermiştim çünkü. Eğilip onu kucağıma aldım. Kocaman gözlerine, küçücük yüreğinin hayal kırıklığını koyup, “Evlenme” dedi. Havaalanına, 6 aylıkken annesinin kucağında beni karşılamaya geldiği gün ona aşık olduğumu, o günden beri hayatımdaki en değerli şeyin o olduğunu, yıllar geçse de bunun hiç değişmeyeceğini ve ayrı evlerde yaşamanın insanların sevgilerini eksiltmediğini anlattım uzun uzun. İçini çekerek eliyle sildi gözyaşlarını. İnanmayan gözlerini kaldırıp, dimdik baktı yüzüme ve “peçete verir misin” dedi. Sonra da gözlerindeki yaşı silip arkadaşlarıyla oynamaya gitti. Özlem Canik, Mart 2006

Hüzün...

Dün çok güzel bir yazı geldi maille. Uzun ve yazarı maalesef bilinmeyen bir yazı. “Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne güz, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte... İnsanın içini dökmekten vazgeçmesidir hüzün!” diyor yazar... Dökecek bir “iç”imin olmasından mıdır, yoksa bu kez içimi dolduran şeyin, yıllardır içimi döktüğüm kişi olmasından mıdır bilmiyorum, bir hüzün var içimde… İlk aşkımı, sevdiğim müziği, ışık açıkken uyuyabildiğimi, yazmayı sevdiğimi, hayallerimi, hayal kırıklıklarımı, öfkelerimi, kıskançlıklarımı, zayıflıklarımı, saçlarıma olan takıntımı, dağınıklığımı, kısacası “ben”i ben yapan tüm birikmişliklerimi bilen tek kişi, geçen hafta el ele, kol kola, yürek yüreğe gitti bir başkasıyla… Kız kardeşim evlendi. Neredeyse benim yaşımdaki tüm bekarların artık yalnız yaşamayı tercih ettiği bir çağda, yan yana yataklarda, aynı odada uyurduk biz. Hep konuşarak… Hep paylaşarak… Gidişinin üzerine hiç konuşmadım, hiç yazamadım. Hatta düşünmedim bile. Ama dün fark ettim ki; o gittiğinden beri hissettiğim hüzün, aslında “içimi dökmekten vazgeçtiğim” içinmiş. Dün gece tam da bunları düşünürken bir mesaj geldi “uyudun mu” diye. İşte o zaman anladım ki; önemli olan yan yana olmak değil, yürek yüreğe olmakmış. Şimdi yazıyorum ve yazdıkça fark ediyorum ki, O hayatımın her anında hep benim yanımda olup, yenilerimi biriktirecek. Ben de, dünyanın kalan son harika erkeğiyle evlenen kardeşimin yenilerini… Ve şimdi biliyorum ki, O hayatımda olduğu sürece ben içimi dökmekten asla vazgeçmeyeceğim… Özlem Canik, 14 Aralık 2005

İki kişilik hikaye...

“İki kişilik bir hikaye bu, üçüncü bir kişi asla bunun içinde olamaz, olsa da zarar veremez zaten.” Esra Akkaya, çıktığı TV programında aldatılan eş sıfatıyla soruları yanıtlarken bunları söylüyor.

Söylüyor da, biz yıllardır hiç değiştirmediğimiz tavrımızla Aliye’yi suçlamaya devam ediyoruz. Nasıl yapar diyoruz. Evli bir adamla vah vah vah diyoruz. Diziden atalım, sanat hayatına son verelim hatta sınırdışı edelim diyoruz. Biz Aliye için çoktan kalemi kırdık. Artık Aliye de biliyor ki ne dese ne anlatsa boş, Türk halkı asla onu bağışlamayacak.

Çünkü Türk kadını, erkeğini başka bir kadınla yakaladığında, önce kadına okkalı bir Osmanlı tokadı sallayan sahnelerle bezenmiş filmlerle büyümüştür. Evli bir kadınla olduğu için suçlu olan kadındır. Aşık olduğu kadına yalan söyleyen adamın, bu kandırmayla, bu hikayeyle hiç ilgisi yoktur. Adam üçüncü kişidir. Uzaktan izler eski kadının yenisini suçlamasını. Ne eskisine sahip çıkar, ne yenisine. Eskisine gider oldu bir kere, yenisine gider bir süre ortalıkta görünme sular durulsun der. Organizasyonu iyi yaparsa, bu hikayeden alnının akıyla çıkar. Yok, iyi yapamazsa, o zaman kadınlardan biri kurban bir diğeri de günah keçisi olur. Ama ona yine bir şey olmaz.

Esra Akkaya eski Türk filmlerine inat, hesabının Aliye ile olmadığını söylüyor ısrarla ve diyor ki, “iki kişilik bir hikaye bu, kocamla benim aramda”.

Gerçekten de iki kişilik bir hikaye bu. Kocanın karısını aldattığı dümdüz bir hikaye. Türkiye’de ve dünyada milyonlarcası yaşanan bir hikaye. Aliye’yi izlerken de Leyla’yı hiç suçlamamıştım, gerçek hayatta da ikinci kişiyi hiç suçlamadım.

Evli olup da, hayatına ikinci bir kişiyi alan kim ise, kadın ya da erkek, suçlu da odur. Aşkına sahip çıkmadığı için, hayatını paylaşmaya söz verdiği insana sözünü tutmadığı için, karşısındaki insanın onurunu zedelediği için, onu hayal kırıklığına uğrattığı için.

Ya da belki tüm bunlardan daha önemlisi, başka bir aşka düşmüşken dürüstçe söyleyip çekip gitmediği ve iki kişilik romantik bir komediyi, üç kişilik bir dramaya çevirdiği için…

Özlem Canik, Mart 2006, yönetmen Kudret Sabancı ile Aliye Sanem Çelik’in aldatma hikayesi üzerine…

Teşekkür...

Beyoğlu’nda yürüyoruz. Üniversitedekilerle buluşacağız. Kübra’ya da bana da enerji veriyor bu karmaşık yer. Biz Galatasaray’a insanlar meydana yürüyor. Islanıyoruz, donuyoruz, mutluyuz. Mango’ya dalıyoruz. Dalmazsak olmaz. Gece elbiselerine bakıyoruz. Bakmazsak olmaz. Biz onunla beraberken pullu payetli gece elbiseleri alırız. Her gece bir barda olsak yetecek kadar geniş bir koleksiyonumuz var. Saatin farkına varıyor, buluşmaya geç kalmamak için alışverişi yarım bırakıp çıkıyoruz. Nerede buluşacağız diyorum. Ada kitabevinde diyor. Tabi diyorum üniversite buluşması ya illa ki kültürel bir yerde olacak. Gülüyoruz. Şurası galiba diyorum. Diyorum. Sonrasını hayal meyal hatırlıyorum. Ada kitabevinin pencerelerinde bir afiş asılı. Afişin üzerinde ben. “Özlem Karakiraz İmza Günü. 29.01.2011, 13:30 – 15:30” yazıyor. Anlamıyorum. Anlıyorum da anlamıyorum aslında. Doğum günüm yarın. Sürpriz parti var belli. İçeri giriyorum, tüm ailem orada. Kan bağım olanlar, gönül bağım olanlar. Ağlıyorum. Masanın üzerinde bir kitap. Üzerinde “kiraz” yazıyor. Yani ben. Daha çok ağlıyorum. Çekirdek ailemin en mutlu fotoğrafı var üzerinde. İçini açıyorum. İçimden geldiği gibi yazdıklarım. Benim yazılarım. Benim ailem. Benim dostlarım. Hayatım boyunca istediğim şey ellerimde. Benim kitabım. Benim imza günüm. Muhteşem görüntülerden oluşan, ne kadar şanslı olduğumu hissettiren, asla yalnız ölmeyeceğimi garantileyen bir film yayınlanıyor kitabevindeki ekranda. Ben, ailem, dostlarım, mutluluk, aşk, kahkaha, özlem, yitirdiklerim, kazandıklarım, her şey ama her şey var içinde. Tabi ben yine ağlıyorum. Sahip olduğum her şeyle çok mutlu olduğum için ağlıyorum. Orda olduğum için. Bu filmin başrol oyuncusu olduğum için ağlıyorum. Hayatı boyunca kaç kişi böyle bir doğum günü yaşar, böyle bir doğum günü hediyesi alır bilmiyorum. Tek bildiğim, dünyada çok az kişinin sahip olduğu bir kardeşe, bir eşe, muhteşem dostların içinde yer aldığı koskocaman bir aileye sahip olduğum. Ne söylesem, ne yazsam eksik kalacak. İyi ki varsınız.